Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

24 Eylül 2014 Çarşamba

BULUTLARIN ÜLKESİ KAÇKAR
Zirve ve Dağ-geçişi
Bu rotayı seçmemdeki esin kaynağım 2011 yılında Orhan (Kılıç) Abinin yaptığı turdur. O zaman uzun yol deneyimim yetersiz olması ve ilgilerimin farklı olması nedeniyle Orhan Abilere katılmamıştım. Tura hatırlanırken Orhan Abinin Blog yazısı
http://bisikletgezgini.blogspot.com.tr/2011_09_01_archive.html 
en önemli rehberim oldu. Paylaşımları için bir kez daha teşekkür ediyor, aynı yolu yapmak isteyenlere ısrarla öneriyorum.

Bu turu birlikte yapmayı planladığımız, ancak son anda çıkan engeller nedeniyle bana katılamayan arkadaşım Timur beni Eskişehir otagarından yolcu etti. Sonrasında da tur boyunca da her gün birkaç kez telefon ile bana ulaştı, kısa değerlendirmeler yaptık onunla.

Tur boyunca güvenlik desteğini -daha önceki birçok turlarda olduğu gibi -Bülent (Yıldırım) yapmıştır. Tek kişilik etkinliklerde çok önemli olan bu iş için gece-gündüz ayrımı olmaksızın sürekli telefonla beni takip eden Bülent'e de teşekkür borçluyum.


Orhan Abinin 2011 yılındaki turu üzerinden geçen 3 yılın sonunda yeniden o günün heyecanını içimde hissedince ve Kaçkar Dağı beni çağırınca 16 Ağustos da düştüm yeniden yollara.
Eskişehir'den Erzuruma yapacağım otobüs yolculuğu bugüne dek yapacağım en uzun yol olması ile bir başka heyecan ve meraktı benim için. 18 saatlik bir yolculuk sonunda Erzurum otagarına ayağımı bastığımda biraz yorgun olmakla birlikte korktuğum kadar da olumsuz etkilenmemiştim doğrusu.



Otobüsten inince hemen bisikletimi topladım, bagajımı, heybemi hazırladım ve tekerlek döndü kent merkezine doğru. Sabahın erken saatleri ve pazar gününü sesizliğinde girdim Erzuruma. Merkezde gördüğüm ilk pastane aynı zamanda kahvaltı da veriyor. Fazla oyalanmamak için buraya dalıyorum, açık büfe kahvaltı sınırsız çay 15 lira. Özellikle çay 10 numara, otobüste içtiğim sallama çayların üzerine iyi demlenmiş ve ince belli bardakta çaydan doyasıya içiyorum.
Kahvaltıdan sonra yavaş tempo yeni uyanan kenti izleyerek yöneliyorum Tortum-Artvin yoluna. Hafif eğimli 10-15 km iyi geliyor başlangıçta, yeni ısınan kaslarım eklemlerim için. Sonrasında yine hafif eğimli bir 10-15 km de tırmanarak 2000 m yüksekliğe ulaşıyorum. Bundan sonrası Yusufeline kadar iniş 80-90 km.



Tortuma kadar yol otoban konforunda; iki şerit gidiş, iki şerit geliş, ortada bir şeritte boş yol, bir de zaman zaman bir şerit genişliğine varan emniyet şeridi. Genişliği 20 metreyi bulan düzgün bir asfalt, dahası trafik de yok. En kalabalık durumda bile kadraja iki üç araç giriyor. İki hafta önce Kütahya-Uşak yolunda otobüslerle omuz omuza mücadele verdiğimi anımsıyorum, ulaştırma bakanlığına sevgilerimi sunuyorum buradan...



Rampanın eğimiyle kısa sürede yorulmadan ulaşıyorum Tortum'a. Zaman kaybetmemek için durmuyorum. Küçük bir ilçe yolun kıyısına sıralanmış birkaç sokaktan oluşmuş bir anda arkamda kalıveriyor.



Tortumdan sonra eğim azalıyor ama yine de iniş devam ediyor. Uzundere'ye varıyorum 20-25 km sonra. Burada bir çay molası vermek istiyorum, bakıyorum çevreme bir kahve, çayevi görünmüyor. Uzundere Tortum'dan da küçük. İlçenin bittiği yerde bir çay bahçesi beliriyor (DOĞA CAFE), yolun kıyısında, duruyorum. Adının Salih olduğunu öğreneceğim genç koşup beni kaldırımda karşılıyor, güleryüz ve heyecanla. Şaşkınlığımı farkediyor, “biz de bisikletçiyiz abi” diyerek açıklıyor davranışını. İşletmenin sahibi Musa (Han) ile tanışıyorum ardından, çaylarımız geliyor sohbete başlıyoruz. Musa, Uzundere ilçesinde bir doğa sporları ve fotoğraf derneği yöneticisi. Geçtiğimiz yılarda Doğu Anadolu Turizm Geliştirme Projesi kapsamında yaptıkları çalışmaları anlatıyor. Bisiklet ve yürüyüş rotaları, haritalar, konaklama bilgileri ve daha birçok şey, arasam bulamayacağım kaynaklar. Broşür, harita ve kitapçıklardan birer tane hediye ediyorlar bana. 

Datur'un internet adresi:
http://www.datur.com/tr/
Musa'dan aldığım haritaların linki:

Benim rotamı değerlendiriyoruz, nerede konaklayacağım, dağ geçişi yapacağım yeleri yeniden gözden geçiriyoruz. Hazırlıklarımın başarılı olduğunu görüyorum. Bir çay içmek için durduğum yerde iki saat geçirdiğimi farkediyorum. Musa kalmamı öneriyor, duş da var bu arada. Ama benim planım Yusufeli'ne yaklaşmak, en azından Tortum Şelalesine ulaşmayı hedefledim bugün. Ayrılıyorum iki yeni doğa ve bisiklet dostumu arkada bırakarak.



Uzundere'den sonra kısa ama dik (1-2 km) bir tırmanış var Uzundere Gölü kıyısında yükselen. Ardından sert bir inişle ulaşıyorum Musa'nın önerdiği kamp yerine. KAMP İÇİN UYGUN BİR YER çadırımı kurabileceğim yerler var, su var, işletmeden besin desteği de sağlanabilir.



Ama ben ilerliyorum biaz daha Tortum Şelalesine doğru. Şelaleye giden yol ayrımına 5-6 km sonra ulaşıyorum. Yoldan 1 km içeride şelale.



Bir işletme tutmuş suyun başını, her şey yasak; piknik, çadır kurmak, suya girmek vs. Serbest olan tek şey işletmeden yemek, içmek ve şelaleye yürümek. Kamp atmak için uygun bir yer ama çadır yasağı sorununu nasıl çözeceğim? İşletmenin biraz gerisindeki bakımsız parkı farkediyorum, sorunum çözülüyor. Birkaç bank ve masa da var. Bisikleti parkediorum, çadırı kurmak için havanın kararmasını bekleyeceğim.



Planım başarılı, havanın kararmasıyla bir anda boşalıyor işletme. Çadırımı kurup, yatıyorum.
Sabahın ilk ışıklarıyla uyanıyorum, sıkı bir kahvaltı yapıyorum.



Artık yol daralıyor, yüksek kaya duvarların arasında ilerleyerek, kimi zaman sert kimi zaman hafif bir eyimle inişe devam ediyorum Yusufeli'ne.



Yusufeli'ne 5 km kala 5 köyü geçişinde bagajımdan gelen sesle irkiliyorum. Daha bakmadan anlıyorum artık -uzmanlaştım kırık seslerine -bu bagaj ayağı. İlk müdahaleyi yapıyorum plastik kelepçelerle. Çok yavaş bir hız ile ilerlemek zorundayım bundan sonra. Bir yandan da çözüm arıyorum kırık bagaj için. En iyi çözüm, en uzak ihtimal; Yusufeli'nde alüminyum kaynağı bulabilmek. Gerçekçi çözümler ise İstanbul, Eskişehir ya da Erzurum'dan kargoyla yeni bir bagaj. Son seçenek ise Bisikleti Yusufeli'nde bırakıp, miniübüs ile Yaylalar köyüne, oradan önce olgunlara yürüyerek ya da katır ile daha sonra da Dilber Düzü kampına ve zirve yürüyüşünü yapıp geri Eskişehir'e dönüş yoluna koyulmak.
Tanrı bana acıyor, en uzak ihtimal gerçek oluyor. Yusufeli'nde alüminyum kaynağı yapabilen bir usta buluyorum. Bir başka şans -şanssızlık da denilebilir aslında – kaynak için bagajı sökerken biraz zorladığım diğer ayak kırılıyor. Her iki ayakta yorulmuş! Ustaya ikisini de kaynattırıyorum, “artık eskisinden de sağlam” diyor, moralim düzeliyor.  Öğle sıcağını bir çaybahçesinde geçirip yeniden yola çıkıyorum, Yaylalar köyüne doğru.

Barhal çayının iki yanına sıkışmış Yusufeli



Yusufeli'den beni dört ayaklılardan bir dost uğurluyor



Sıcağın geçmesini beklememe gerek yokmuş aslında. Yusufeli'nde çok sıcak olan hava, ilçeden çıkınca birkaç km sonra daralan kanyonun gölgesiyle ve sürekli yükselmenin etkisiyle serinliyor.



Çevreyi izleyerek, keyifle ilerliyorum.



Birkaç köy geçince, yolun yarısını aşmış olarak Barhal'a ulaşıyorum. Karanlığa kalmadan kamp yerimi buluyorum köyün çıkışındaki festival alanına doğru.



Irmağın serin sularında yıkanıp yorgunluğumu atıyorum.




Geri köye dönüyorum hem alışveriş hem de kiliseyi görmeye. Önce kiliseye yöneliyorum ama hava kararmaya başlıyor. Kilisenin yolu hafif rampa yavaş yavaş tırmanıyorum, terlemek istemiyorum. Ama ne haritayı inceledim, ne de birine sordum kilisenin uzaklığını. Beklediğimden uzakmış 3-4 km ilerlediğimde hala kilise görünmüyor ama hava kararıyor iyice, yol ısıslaşıyor. Mecburen geri dönüyorum. Alış-verişimi yapıyorum, bahçelerden toplanmış meyveleri görünce akşam menüsü belli oluyor.



Sabah kahvaltım standart, yakıt ikmali formunda; süt tozu, müsli.



Yol giderek bozuluyor, keyif ve seyir zevki artıyor ters orantılı olarak.



Yaylara son birkaç kilometre kala yol üzerinde gördüğüm üçüncü ayı dışkısı; ayı işte yapmış yolun ortasına!



Yaylalar köyüne ulaştığımda girişte gördüğüm pansiyona yöneliyorum. Pansiyon aynı zamanda, bakkal, manav ve başka herşey.



Öğle saatleri yine beslenme ve dinlenme molası. Nadir abiden birkaç saat uyabileceğim bir yer istiyorum. Hemen marketin yanındaki pansiyonun ortak kullanım alanı kapalı kamelyayı gösteriyor. Bir yandan yağmur yağıyor, nefis bir uyku çekiyorum bir saat.




Yola koyuluyorum, Yaylalar Köyü arkamda kalıyor, şimdi hedef Olgunlar. Yağmur başlıyor yeniden ve hemen hızlanıyor. Yaylalar Olgunlar arası kısa, 2-3 km yol da düzgün, daha doğrusu bozuk bir zemin ama yol var bisiklet üstünde ilerleyebiliyorum.
Olgunların çıkışında Osman Amcanın cafeye sığınıyorum yağmur geçene kadar. Bir yandan da Dilber Düzü yolu hakkında bilgi alıyorum, yukarıdan yeni gelen dağcılara soruyorum. İşittiklerim pek sevindirici değil ama zaten hazırlıklıyım, bisikleti bile sırtlanabilirim buradan sonra artık.



Yağmur dinince yola çıkıyorum. Bisileti iterek başlıyorum ilerlemeye bir 500 metre kadar. Sonra eğim azalıyor patikada bisiklete biniyorum. Biraz daha sonrasında bir bisiklet beni taşıyor, bir ben bisileti yol da karşılaştığım Alman'ın dediği gibi “good friendship, sometime carry me, sometime I carry it.”



Nastaf'dan geçerken taşıma sırası bende. Köylü kadınlar gülüyorlar, böyle gidersen iki günde varırsın Dilbere diyerek. Haklılar, ben de gülüyorum halime.



Nazarları mı değdi ne? Dilber Düzüne 2 kilometre kala dereyi geçeken yeniden kırılıyor, bagaj ayağı. “Tamam” diyorum kendi kendime “buraya kadarmış.” Hemen kamp atmaya karar veriyorum. Çadırımı kuracağım yer harika, iki yanımdan dere akıyor küçük şelalelerle çağlayarak. Buradan zirveye yürüyüş yapabilirim, bir günde yürüyüş yaparım bir başka yöne. Sonra kampı Olgunlar'a taşırım orada da kalırım bir iki gün. Bir gün de Döbe düzüne ve Naletlemeye yürüyüş yaparım. Ardından dönüşe geçerim araçla. Planım böyle.



Sabah erken kalmak üzere hazırlıklarımı yapıp yatıyorum. Alıştım artık, bu üçüncü gün su sesiyle uyuyacağım. Tulumun fermuarını çektikten sonrasını anımsamıyorum.

Bugün etkinliğin üçüncü günü, zirveye yürüyeceğim ilk hedefimi gerçekleştirmek için.
Sabah 6.00 da uyanıp, 7.30'da yola koyuluyorum Dilber Düzü'ne doğru. Saat 8 gibi geçiyorum Dilber Düzünü.



Tur şirketinin ekibi 6'da yola koyulmuş. Yolda onları yakalamayı planlıyordum ama iki saat var aramızda umudumu yitiriyorum.



Bir de nasıl başardıysam tam deniz gölüne yükseleceğim son etapta yanlış patikaya girip yolumu kaybediyorum. Önce bir kayayı aşınca karşılaştığım akbaba ailesi şaşırtıyor beni 4 kuş ikisi küçük daha; sonra İsimsiz Göl. Dilber Düzünden sonraki alternatif kamp alanlarından biri İsimsiz Göl.



Deniz Gölünün güneyindeki sırtı aşarak giriyorum yeniden rotaya, batıdaki geçide ilerliyorum gölü arkamda bırakıp. Geçide tırmanınca aşağıda görünce tur şirketinin ekibini seviniyorum. Aşağıda, 500 metre ilerideki kayalıktalar.




Bu kaya geçişi rotayı bilmediğim için beni zorlayacak noktalardan biriydi, ekibe yetişmediğim durumda. Biraz daha hızımı artırınca bir saat sonra zirveye giden yolun ikinci kaya etabını yan geçen patika girişinde yakalıyorum ekibi. Kayayı geçince zirve görünüyor, ben ayrılıyorum ekipten artık onlar arkamdan geliyorlar.



Kaçkar zirve 2937 m, Türkiye'nin dördüncü yüksek noktasındayım. Biraz öce sertleşen hava ile birlikte atıştıran kardan korunmak için sarmalanmış haldeyim.



Zirve defterimi de imzalıyorum :)



Zirvenin kuzey yönü.



Zirvenin doğu yönü.




Zirvenin güney yönü, dağ geçişini yapacağım Naletleme Geçidi bulutların içinde.



Zirvenin batı yönü, Deniz gölü



Tur şirketinin ekibinden son kişilerin zirveye ulaşması bir saat kadar sürüyor. Ben dinlendim ve beslenmemi tamamladım inişe  başlıyorum.



Zirveden başlayan iniş, iri kayalardan ve çarşaktan oluşan bir etap. Özellikle inişte ayakkabılarım zemine uygun olmadğı için birkaç kez sakatlanma tehlikesi geçiriyorum, bileğim burkuluyor. Kampa ulaştığımda ayakkabılarım iptal, birçok yerinde yırtıklar oluştu ve tabanda açılmalar başladı.



Rotadaki tek güçlük, daha doğrusu rotanın püf noktası kayanın arkası görünmediği ve patika belirsizleştiği için bilmeyen bir kişinin buradan geçmesi pek olası değil. Oysa toplam 100 metrelik bu yan geçişin ardından hemen zirve görünüyor.



Ağustosun sonu olmasına karşın rotanın birçok yerinde küçük kar kulvarları var.



Deniz gölüne kadar hafif eğim ile alçalıp soldan Dilber Düzüne iniliyor. Alçalmadan daha da sola devam edildiğinde ise çıkışta kaybolup keşfettiğim İsimsiz Göle ulaşılıyor.



Karşıda çarşak olarak görünen geçit ise dağ geçişini yapmayı planladığım ilk rota. Bagajım kırıldığı için bu yolu iptal ediyorum ama yarın aynı yere bir keşif yürüşüyü yapacağım. Hatta dönüşte tam karşı solda görünen 3400-3500'lük zirveyide deneyeceğim.



Dilber Düzüne doğru inişte manzara doyumsuz. Vadinin sonu Olgunlar, oradan sola doğru yine soldaki tepelerin ardındaki vadiye, Döbe Düzüne geçerek, Naletleme Geçidine ulaşılıyor. Sağda görünen ikinci tepenin eteği de benim kamp yerim, Dilber'den sonra 2 km daha yürümem gerekiyor.



Hiçbir sakatlanma ve sorun yaşamadan, planladığım şekilde zirve tırmanışımı gerçekleştirip kampıma ulaşıyorum.


Bir sonraki gün için dinlenmeye geçiyorum. Her günkü besin ve sıvı alımımı gerçekleştiriyorum.



Sabah daha geç kalkıyorum, fazla yükselmeyeceğim iki ya da üç kez 3000 geçişi yaparak 8-9 km ilerleyerek Kavrun Geçidine ulaşıp aynı yoldan geri geleceğim.



Yola çıktığımda beni karşılayan manzara. Vadi içinde olduğum için saat 7.30-8.00'e dek güneş yüzünü göstermiyor.
Deniz gölüne kadar dünkü rotayı izliyorum. Deniz gölünde soldaki geçidi aşıp, Soğanlı gölüne ulaşıyorum. Bu geçit aynı zamanda Zirveye Sırakonaklar-Davalı Yayla yönünden gelinirken kullanılıyor.


Karenin sağında tam görünmeyen düzlükten ilerlemem gerekirken gölün büyüsüne kapılıp karşıdaki geçidi aşıp davalı yayla yoluna alçalıyorum. Aşağıdaki karede görünen inişi yarım saat kadar yürüyorum ve ancak farkediyorum yanlış yönde olduğumu. Ama çok alçalmış olduğumu da görüyorum.



Sağdaki tepenin yamacından yeniden tırmanmaya başlıyorum ve indiğim yolu normal olarak iki kat sürede ve daha çok enerji ve sıvı kaybederek tırmanıyorum. Asıl rotama ulaştığımda aşmam gereken geçit karşıda beliriyor 700-800 metre çarşak tırmanış var ki bisikleti buradan aşırmak çok zor, görünürde de bir patika yok.



Yürüyerek keşif yapacağım için biraz daha yaklaşıyorum bu arada son bir saattir tırmandığım yol boyunca bütün kaynaklar kurumuş, otlar yeşil ama su görünmüyor, derinde. İnanılmaz ama Kaçkar'da susuz kaldım bugün. Geriye dönerek bir saat yürürsem Soğanlı göle ulaşacağım, şimdilik bildiğim en yakın su kaynağı bu. Çarşağı tırmanırsam muhtemelen inişte bir göl ya da kaynak bulabilirim ama emin değilim. Geçidin buradan görünüşü bile bisikletin geçmesinin neredeyse olanaksız olduğunu gösteriyor (yarın Naletleme'yi geçerken yanıldığımı anlayacağım) o nedenle dönüşe geçiyorum.



Bu karede gitmem gereken ve yanlış gittiğim yönler daha net görülebiliyor. Sağdaki düzlüğü yürümem gerekirken, karşıdan aşağı ilerledim. Bu arada soğanlı gölden su eksiğimi tamamlayarak dönüşe devam ederken karşımdaki zirveye bu yönden geleneksel bir rota olabileceğini düşünüyorum.




Zirveye ulaşmak için ilerliyorum. Kolay sayılabilecek bir yükselişle tahminen 3200-3300'lere ulaşıyorum, aşağıda Deniz Gölüne giden geçit 3000'di. Her gün aşağıdan izlediğim görkemli kayanın zirvesine 150-200 metre kaldı. Külah diyebileceğimiz bu sarp kaya bölüme geldiğimde zorluk derecesi artıyor, yanımda hiçbir teknik malzeme olmadığından, daha fazla ilerlemiyorum. Biraz dinlenip manzaranın tadını çıkardıktan sonra inişe başlıyorum.




Bu karede daha net görünüyor hemen altımda Dilber Düzü, sağdaki ikinci vadinin sonu da benim kampım.




İkinci günün sonunda farkediyorum patikanın sağı solu yüzlerce metre boyunca böğürtlen benzeri bir meyva ile kaplı. Geçte olsa tadını çıkarıyorum doyasıya.



Gövdesi dikenli, dalları temiz, böğürtlene göre daha sulu ve dolgun bir meyva. Tadı daha az şekerli ve biraz buruk gibi.



Kampımı topluyorum, çöpümü de. Üç günlük kamptan sonra organik olmayan tüm atıklarım 200 gramlık süt tozu paketine sığıyor. Bunlar kent merkezine kadar benimle gidecek, köylere de bırakmıyorum. Biliyorum köylüler dağda bir yere götürüp atıyorlar çöplerini, en iyi ihtimal yakıyorlar. Gittiğiniz köylerde sorun -özellikle çocuklar size gerçekleri açıkça söylerler - “çöpü ne yapıyorsunuz?”; yanıt aynı “dağa atıyoruz”!



Bagajım kırıldığında dağ geçişi hedefimi iptal etmeye karar vermiştim. Ama dünkü keşif yürüyüşüm sırasında aklıma gelen bir çözümü uygulayabilirsem Naletleme Geçidini deneyeceğim.



Önce bagajı sabitliyorum yine plastik kelepçelerle.



Sonra 20 litrelik bisiklet çantama en ağır malzemelerimi dolduruyorum. Yardımcı ip ve perlon bantlarla çantanın altına matımı, üstüne uyku tulumu ve arkasına da dik olarak çadırımı sabitliyorum.



Görünüşe göre başarılı. Şimdi Olgunlara kadar inişi deneyelim bakalım bisikletle. Yolun çoğunluğunu bisiklet üzerinde olmak üzere ulaşıyorum Olgunlara. Olgunlar ile Dilber Düzü arası normal bir dağ bisikletiyle bir kaç yer dışında hem çıkılır, hem inilir. Sağlam bir bagaj ile çıkışın en azından yarısı inişin çoğu bisiklet üzerinde yapılabilir bence.




Olgunlarda ana mola yapıyorum, Osman Amcanın cafede. Kahvaltı istiyorum, 3 rafadan yumurta ve sınırsız çay 15 lira; dağın başında bedava sayılır.
Yeniden yola çıkacağım, Osman Amca iyimser; Olgunlar'dan çıkarken biraz zorlanırsın, sonra biner gidersin Döbe'ye kadar diyor bisiklete.






Benim için iyi moral oluyor ama neredeyse 1 saat çalıların, kayaların içinden geçen bir patikada sürekli bisikleti itince ve vadiye yöneldiğimde Döbe'yi yukarda görünce daha yolun zorluklarının yeni başladığını anlıyorum.



Bisiklete binme umudumu da iyice yitirince artık pedalları söküyorum daha rahat itebilmek için.



Döbe Düzü 2800 metreye ulaştığımda arkamda kalan yola bakıyorum, moral için.




Naletleme geçidi görünüyor sağ ileride belli belirsiz. Son bir kaç km düz gibi görünüyor, dinlenelim.


Sağdaki bulutun kapattığı yer Naletleme Geçidi, 3200 metre.



Bulutu görünce duraksıyorum, kamp atıp yarın sabahı beklemeliyim geçiş için. Ama saat henüz 15.00 ve enerjim de çok iyi. İlerliyorum geçide doğru. Artık patika yok. Sağda bulutun arkasında bir kısmı görünen kayalık sırtı zig-zaklarla tırmanıyorum, bisikleti iterek.

Geçidin girişine ulaştığımda artık bulutun içindeyim bazı anlarda bastığım yeri zor görüyorum. Dahası hala yükseliyorum, eğim çok olmasa da. Asıl güçlük ise bir yol yok, bir metreyi bulan çapta kayalardan oluşan bir zeminde ilerlemem gerekiyor.
Artık bisikleti bırakıyorum, heybeyi elime alıp bir süre ilerleikten sonra dönüp bisikleti getiriyorum.
Bisikleti ilk bıraktığımda dikkatsiz davrandığım için dönüşte bisikletimi çok zor buluyorum. Siste bir şey görünmüyor, büyük bir kayanın yanında bırakmıştım bisikleti ama her yer büyük kaya. O ana kadar beğenmediğim, yetersiz gördüğüm tabletimin gps'i ilaç oluyor derdime. Sonrasında artık arayı fazla açmıyorum, bisiklet ile. Bir iki tur sonra bir patika buluyorum, katırların ilerlemesi için iri kayarım arasını daha küçük kayarlar doldurularak yapılmış. Hızım artıyor bu bölümde, ama zaman zaman patika kayboluyor. En son patikayı kaybettiğimde geçidin en yüksek noktasında olduğumu öngörüyorum, daha doğrusu olmam gerekiyor ama bisikletim geride bir yerde ben 50 metreden daha yüksek bir kaya duvarının dibindeyim: “burası da neresi?” kokudan ürperiyorum. Suyum da bitmek üzere, aslında yeterli çünkü inişe başlamam gerek ve alçaldıkça eriyen buzul sularından oluşmuş kaynaklarla karşılaşacağım. Tablete, gps'e bakıyorum yönümü şaşırmışım 200 m kadar sola saptığımı anlıyorum, seviniyorum, kaybolmadım. Sağa doğru 200 metre ilerlersem geçidin en üst noktasına ulaşacağım ama kayaya paralel bir yan geçiş yapmam gerekiyor. Sırtımda çanta, bir elimle heybeye sarılmışım, diğer elimle tutunabiliyorum ancak kayaya ve eğim hep pozitif neyse, ayağımı basacak bir yer de buluyorum her adımımda. İstediğim noktaya ulaşıyorum gerçekten. Şimdi dönüp bisikleti bulmalı, çünkü farklı bir yoldan gideceğim geri. Gps ile kolayca ulaşıyorum bisiklete. Bisikleti de alıp geliyorum geçidin zirvesine ulaştığıma seviniyorum önce sonra yolu görüyorum, daha doğrusu göremiyorum, korkuyorum yeniden. Güneşin batmak üzere olduğunu tahmin ediyorum, saat 18.30-19.00 hızlanmalıyım, bir kamp yeri bulmak için. Bir saat kadar iniyorum. Bir saatin sonunda beklediğim suyun sesini işitiyorum; kurtuldum! Biraz daha ilerleyince sis azalıyor, hava kararıyor. Saat 20.00 sıralarında ulaşıyorum Karadeniz Gölüne.



Planladığım hedefe ulaştım ama bölgeyi bilmediğim için kamp için uygun bir yer arıyorum, yok. Her yer kaya, irili ufaklı. Göle doğru iyice yaklaşınca bir kaya bana yer açmış, 3 metrelik bir kare zemin oluşturmuş kaya, göle akan derenin ortasında. Fantastik bir kamp oluyor, çadırım dört yanından su akıyor. Sabah farkediyorum gölün karşısındaki düzlük -akşam orayı bulmam imkansızdı -dışında başka da bir yer yok çadırı kuracak. Bir kez daha farkediyorum, Tanrı'nın koruyucu eli üzerimde yine.



Sabah çadırın kapısından başımı çıkardığımda beni karşılayan manzara...



Karadeniz Gölü! (başka söze gerek yok)



Akşam soldaki sırttan indim. Naletleme Geçidi sol arkadaki zirvenin de solunda. Sağdaki kayanın yanındaki geçide tırmanacağım bu gün, Büyük deniz gölüne, oradan vadiyi takip ederek Yukarı Kavrun yaylasına ineceğim.
Akşamki inişin son metreleri


foto eklenecek*

Gölü arkamda bırakarak yükseliyorum. Soluklanmak için her durduğumda göl bir başka güzel görünüyor.


foto eklenecek*

Arkamdan gelen bir grup dağcı. Onlar Yukarı Çaymakçur yaylasından geliyorlar.



Son birkez bakıp vedalaşıyorum Karadeniz Gölüyle. Bu arada arkamdaki dağcı grup yetişip geçiyor   beni. Ben bu tırmanışı da iki aşamada yapmak zorundayım. Önce bagajımı taşıyorum, sonra dönüp bisikleti alıyorum.



Yukarıda küçük bir mola. Kısa bir sohbet, benim ingilizcemin boyuna uygun. Alman ve İsrailliler, Bir kitapçık ve birkaç haritayla yol alıyorlar. Bu arada daha birçok dağcı gördüm yabancı, çoğunlukla İsrail'li, Almanlar da çok, bir de Çin'lilerle karşılaştım. Bunlar rehbersiz tırmananlar. Bir gps, birkaç harita, kitap ve en önemlisi maceracı bir ruh tabi, yetiyor yeni yerler keşfetmek için. Yurdum insanı ise bana en çok tehlikeli değil mi? Korkmuyor musun? gibi sorular soruyor. Evet korkuyorum, ama sizden, sizin bu cahilliğinizden korkuyorum en çok!



Alman-İsrailli ekibin yolu da Yukarı Kavrun yaylasına ama yavaş ilerliyorlar. Ben yola çıkıyoum onlarla vedalaşıp. Fotoğraflarını çekiyorum izin alıp. Onların aklına geliyor da bir fotoğrafım daha oluyor zirveden sonra benim de.




Kavruna kadar hep iniş, yol çok bozuk ama çok güzel. Her tepenin yamacından yeni bir su kaynıyor. Her yer çiçek, böcek. Patikayı izlemiyorum zorunlu olmadıkça, çayırdan yürüyorum bisikletimle.



Bir tepenin ardından Kavrun görünüyor birden bire. İlkin çok çirkin görünüyor gözüme teneke çatılar, beton tuğla duvarlar, yaklaştıkça pvc kapı ve pencereler, plastik borular ... Sonradan gözüm alışıyor çirkinliğe rahatsız olmuyorum o kadar, hazır yemek konforu ve plastik sandalyede oturmanın rahatından diye kuşkulanıyorum kendimden de.



Çadırımı kuruyorum grişteki pansiyonların arkasındaki düzlüğe. Buradaki inek ve tavukların verdiği rahatsızlık kadar rahatsız olamadım yukarıda hiçbir hayvandan. Bu kentliler açıkça ahlaksız, bir çadırın içine girmedikleri, üzerine çıkmadıkları kaldı!



Bir gün yaylanın konforunu yaşıyorum. Hazır yiyiyorum, kuymak, pide ve son olarak sabah kahvaltısıyla veda ediyorum Kaçkar dağına.



Bagajım kırılmasaydı ve ilk planımı uygulayabilseydim iki gün önce dağ geçişini gerçekleştirmiş olacaktım. O zaman Yukarı Kavrun yaylasına uğramadan, Kavrun geçidinden kuzeye yönelip Amlakit yaylasına inecektim. Sonra sırasıyla Apivanak, Karmik, Trovit, Palovit, Amlakit, Hazindağ, Pokut,  Palovit, Samistal yaylalarını geçtikten sonra ya Kavruna ya da Ayder'e  geçecektim.



Şimdi planım farklı artık. Çamlı Hemşin'e kadar bisikletimle inebileceğimi düşünüyorum, pedal basmam gerekmeyecek pek hep iniş. Çamlı Hemşin'den Pazar'a ya da Rize'ye minübüs ile geçip, otobüs ile Eskişehir'e dönmeyi planlıyorum.



Aşağı Kavrun yaylası birkaç haneden oluşuyor. Ne kamp yapcak bir yer ne de bir tesis var. Gogle Earth'de Yukarı Kavrun Yaylasında görünen Samistal yolu -ki ben bu yolu da geçmeyi planlamıştım -gerçekte Aşağı Kavrundaymış tabeladan da görüldüğü gibi :-)



Aşağı Kavrundan sonra 2000 metre sınırına ulaşıyorum ve orman başlıyor artık. Galler Düzüne çıkıyor yol ilkin. Yukarıdaki yaylalardan sonra Galler Düzü düpedüz çöplük. İnsan denilen bu hayvan var ya ...



Galler Düzünü geçiyorum söverek, ilgimi yol kıyısından, banklardan, piknik alanlarından uzaklaştırıp tepelere yöneltiyorum. Yolda karşılaştığım bir araç önümde durunca ben de duruyorum. Piknik yeri soruyorlar bana yukarıdan geldiğim için oraları merak ediyorlar. Cevabı yapıştırıyorum piknikçilere “aman Galler Düzünü geçmeyin, yol çok bozuk kalırsınız arabayla benden söylemesi.” Doğayı kurtarıyorum bir piknikçiden en azından. Bu piknik olayını tamamen yasaklamaktan başka çözüm yok gibi.



Aydere kadar çevreyi izleyerek yavaş yavaş iniyorum. Daha birçok piknikçi/çöpçü ile karşılaşıyorum yol boyunca.




Ayder'in bir doğa harikası olduğu ileri sürülüyor yaygın olarak, ama bence yanlışlıkla dağa kurulmuş bir araba pazarı demek daha doğru bir tanımlama olur. Artık yol asfalt, hızla kaçıyorum Ayder'den de.



Yol boyunca bölgeye özgü taş kemerli köprüler altından akıyor fırtına deresi.


Ayder ile Çamlı Hemşin arasında yol zemin olarak güzel ancak daraldığı bazı yerleri her iki yönden gelen araçlarla paylaşmak gerektiğinde korkutucu oluyor. Neyse ki trafik pek yoğun değil.



Fırtına deresini izleyerek kısa sürede ulaşıyorum Çamlı Hemşine. Çamlı Hemşin de bildiğin köy, küçücük bir yer. Yolun iki yanına sıralanmış yapılardan oluşuyor, bir ikiyüz-üçyüz metre ya var ya yok. İlçeye girişim ile çıkışına ulaşmam bir oldu. Çıkıştaki minübüs işletmesinde kalmak üzere olan Pazar minübüsüne hızla yetiştiriyorum bisikletimi söküp.


3 yorum:

  1. İrfancığım bu güzel etkinliği gerçekleştirdiğin için seni kutluyorum ama bu tür etkinliklerde risk faktörü yüksek olduğundan tek başına yapılmasını doğru bulmuyorum. Dağcılık konusunda tecrübeli birisi olarak eminim sen de bunun farkındasındır. Sayende Karadeniz ve Soğanlı göllerini görmüş oldum ve 3 yıl önceki heyecanı yeniden yaşadım. Bir yandan da 2015 Ağustosunda yeniden yapacaüım trans Kaçkar için sabırsızlanmaya başladım. Bizim insanımızın girdiği her yer berbat oluyor maalesef. Yanlarında getirdikleri yiyeceklerden artanları ne hikmetse geri götürmeyi bir türlü kabullenmiyorlar. Atıp kurtulacaklarını zannediyorlar ama maalesef çevreyi kirletiyorlar. Ben giderken Kavrunda dere üzerine kurulan masada muhlama yemeyi hayal edip gerçekleştirememiştim sen bunu gerçekleştirmişsin. Afiyet olsun.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler Abi.
      Tek (solo) etkinlikler hep tehlikelidir. Burada birde doğanın güçlükleri ekleniyor ve risk iyice artıyor. Bu nedenle ben de önermiyorum hiç kimseye. Yeterli deneyimi olan zamanı geldiğinde yapar zaten benim durumunda olduğu gibi, kaçınamaz. Deneyimsiz olan da Olgunlardan öte geçemez.
      Tekrar belirtmeliyim bu tur solo planlanmamıştır -katılmayı isteyen birkaç arkadaşım çeşitli engeller nedeniyle son günlerde vazgeçmişlerdir :-)

      Sil
    2. Bir de tur boyunca beni saati saatine, her molada, her durakta telefon iletişimi ile takipeden Bülent Yıldırım'ın verdiği güvenlik desteğini de bir daha belirmeliyim

      Sil